Milliyetçilik hareketi Uzakdoğu ülkelerinin her birinde
farklı tarihlerde gelişti, ama ister sömürgeleştirilmiş ister bağımsız kalmış
olsun tümünde belirleyici rol oynadı. Çin milliyetçiliği, iki yönlü bir
tepkiydi; tepkinin hedefi, hem Çin asıllı olmayan hanedanın hem de ülkenin
kaynaklarını gasp eden yabancıların zorbalıklarıyla Çin milliyetçiliğinin ilk
önemli ifadelerinden biri Bokser Ayaklanması oldu(1900). İmparatorluğa son
verip cumhuriyeti kuran 1911 Devirimi, milliyetçi düşüncenin gelişmesini hiçbir
şekilde durduramadı. Tersine SunYat-Sen’in hayat verdiği Milliyetçi Parti
(Guomindang) özellikle 1919 Paris Barış Konferansında ülkenin uluslararası
alandaki tüm taleplerinin sözcüsü oldu. Bu bayrağı İkinci Dünya Savaş’ına kadar
taşıdı. Onun ardından bu rolü, savaş sırasında kendini kabul ettiren Komünist
Parti üstlenecekti. Hiçbir zaman batı egemenliğine girmemiş olmasına rağmen
Japonya’da da çok güçlü bir hareket doğuyordu. Japon milliyetçiliği,
emperyalizme dönüşecek ve ifadesini aralıksız bir fetih politikasında
bulacaktı. Japonlar 1895’de Tayvan’ı 1910’da Kore’yi 1931’de de Mançurya’yı
işgal ettiler. Nippon (Japon) Milliyetçiliği, Alman tezlerinden etkilenmekte
acele ettiyse de sonunda kendine özgü bir ırkçılığa dönüştü. Tokyo’nun hedefi,
Uzadoğu’da her türlü beyaz eğemenliğine son vermek ve Japonya’nın çevresinde
“Doğu Asya’nın en büyük ortak refah ve mutluluk alanı” oluşturmaktı. Güneydoğu
Asya sömürge topraklarında ise milliyetçi hareketler, genellikle daha ileri
tarihlerde ortaya çıktı. Karşı çıkılan sömürgeci güçler, Birmanya’da İngiltere,
Hollanda Hindistan’ında Hollanda, Çinhindi’nde Fransa idi. Filipinler’de bile
Amerikan aleyhtarlığı güçlenmeye başlamıştı. Ancak bu ülkelerde milliyetçi
hareket bazen güçlü bir yabancı azınlığı da hedef alabiliyordu. Bu yabancı
topluluk örneğin Birmanya’da Hollanda Hindistan’ında ve Siyam’da Çinlilerdi.
Kurulan ilk milliyetçi partilerde din çoğu zaman birleştirici rol oynadı.
Önceleri oldukça ılımlı bir çizgiyi benimseyen bu milliyetçi akımlar, 1929-1930
ekonomik bunalımından sonra komünist partilerin etkisiyle giderek radikalleşti.[1]
Uzakdoğu,
birbirinden oldukça farklı iki bölgeden oluşur. Kuzeydoğu Asya (Çin,Kore,Japonya)
ve Güneydoğu Asya (Birmanya, Tayland,Çinhindi,Malezya, Hollanda Doğu Hint
Adaları, Filipinler). Kuzeydoğu Asya, Çin uygarlığının beşiğidir. Buradaki
ülkeler(1895 ve 1910’da Japonya, 1930’larda Çin’e karşı bir yayılma politikası
izlemeye başladı.) Hint ve Çin gibi çok çeşitli kültürlerle siyasi akımların
etkisi altında kalan Güneydoğu Asya ise, tersine siyasi açıdan çok parçalanmış
bir durumdaydı. 20. Yüzyılın ilk yarında Siyam (bugün Tayland) dışında tüm
Güneydoğu Asya sömürgeleştirilmişti. Birmanya ve Malezya İngiltere’nin,
Kamboçya, Laos ve Vietnam Fransa’nın Endonezya ve Doğu Hint Adaları
Hollanda’nın,Filipinler de ABD’nin sömürgesiydi.[2]
24 Temmuz’da
Japonlar, Fransız Vichy Hükümeti’nin pek istekli olmayarak yaptığı bir anlaşma
ile Fransız Hindiçini’ni aldılar. İkin gün sonra Amerika Birleşik Devletleri
Cumhurbaşkanı Roosevelt, bütün Japon mallarını dondurdu. Bu yaptırım hemen
sonra İngiliz ve Hollanda Hükümetlerince de uygulamaya kondu. Japonlarla
ticaret, özellikle petrol alanında, tamamen durmuştu.
Japonlar
barış zamanındaki petrol tüketiminin %88’inin ithal ediyorlardı. Ambargonun
konduğu dönemde, Japonların elinde barış zamanında üç yıl, savaş zamanında ise
bir buçuk yıl kadar yetecek petrol stoku vardı. Bundan başka Japon Savaş
Dairesi’nden yayınlanan bir rapora göre petrol stokunun, Çin ile savaşın
bitirilmesinin öngörüldüğü üç yıldan evvel tükenebileceği bildiriliyordu.
Petrol kuyularının mevcut kaldığı tek yer, Hollanda Doğu Hint Adaları’ydı.
Hollandalıların her ne kadar burayı tahrip edecekleri kabul edilse bile,
ellerindeki stoklar bitmeden tesisleri onarıp faal hale getirebileceklerini
hesaplıyorlardı.
Malaya’nın da dahil olduğu bölgenin işgali dünyanın
kauçuk üretiminin beşte dördünü ve kalay üretiminin de üçte ikisini, Japonlara
kazandırıyordu. Bu Japonlar için sadece çok önemli bir kazanç olmuyor, aynı
zamanda Batılı Müttefiklere, Japonlara petrolle vurduğu darbeden daha büyük bir
darbe indiriyordu.
Bunlar
ticaret ambargosuyla karşılaşan Japon liderlerin dikkate almak zorunda kaldıkları
gerçeklerdi. Amerika bu ambargoyu kaldırmadıkça, Japon liderler ya yayılma
politikalarından vazgeçecekler ya da petrol yataklarını ele geçirmek için
Batı’yla mücadele edeceklerdi. Epeyce güç bir seçimdi. Şayet, Japonlar Çin’deki
muharebelerine devam eder, Hindiçini’nden çekilir ve güneye doğru olan
ilerlemelerini durdururlarsa belki ambargonun hafifletilmesini
sağlayabilirlerdi, ama bu kez daha zayıf duruma düşüp Amerika Birleşik
Devletleri’nin bundan sonraki taleplerine aynı şiddetle direnemeyebilirlerdi.[3]
Japonya’ya 6
ay yetebilecek kadar petrolü kalmıştı. Bu ekonomik yaptırımlar Japonya’yı
savaşa itti. Doğal kaynaklardan yoksun ve aşırı nüfusa sahip adalardan oluşan
Japonya giderek gelişiyordu. Hammaddeye ihtiyacı vardı ve buna sahip ülkeleri
güç kullanarak fethetti. Japon Kraliyet Donanması dünyanın en kuvvetli ikinci
donanması haline gelmişti. Uçak gemileri ve çok gelişmiş savaş uçakları vardı.
Hız ve manevra kabiliyeti açısından müttefiklerin uçaklarından üstündüler.
İmparator Hirohito’ya sadık milyonlarca askeri bulunmaktaydı. Bir dünya savaşı
kaçınılmazdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder