2 Temmuz 2013 Salı

İkinci Dünya Savaşı Öncesi Japon Milliyetçiliği "Nippon" ve Uzakdoğu'nun Durumu

Milliyetçilik hareketi Uzakdoğu ülkelerinin her birinde farklı tarihlerde gelişti, ama ister sömürgeleştirilmiş ister bağımsız kalmış olsun tümünde belirleyici rol oynadı. Çin milliyetçiliği, iki yönlü bir tepkiydi; tepkinin hedefi, hem Çin asıllı olmayan hanedanın hem de ülkenin kaynaklarını gasp eden yabancıların zorbalıklarıyla Çin milliyetçiliğinin ilk önemli ifadelerinden biri Bokser Ayaklanması oldu(1900). İmparatorluğa son verip cumhuriyeti kuran 1911 Devirimi, milliyetçi düşüncenin gelişmesini hiçbir şekilde durduramadı. Tersine SunYat-Sen’in hayat verdiği Milliyetçi Parti (Guomindang) özellikle 1919 Paris Barış Konferansında ülkenin uluslararası alandaki tüm taleplerinin sözcüsü oldu. Bu bayrağı İkinci Dünya Savaş’ına kadar taşıdı. Onun ardından bu rolü, savaş sırasında kendini kabul ettiren Komünist Parti üstlenecekti. Hiçbir zaman batı egemenliğine girmemiş olmasına rağmen Japonya’da da çok güçlü bir hareket doğuyordu. Japon milliyetçiliği, emperyalizme dönüşecek ve ifadesini aralıksız bir fetih politikasında bulacaktı. Japonlar 1895’de Tayvan’ı 1910’da Kore’yi 1931’de de Mançurya’yı işgal ettiler. Nippon (Japon) Milliyetçiliği, Alman tezlerinden etkilenmekte acele ettiyse de sonunda kendine özgü bir ırkçılığa dönüştü. Tokyo’nun hedefi, Uzadoğu’da her türlü beyaz eğemenliğine son vermek ve Japonya’nın çevresinde “Doğu Asya’nın en büyük ortak refah ve mutluluk alanı” oluşturmaktı. Güneydoğu Asya sömürge topraklarında ise milliyetçi hareketler, genellikle daha ileri tarihlerde ortaya çıktı. Karşı çıkılan sömürgeci güçler, Birmanya’da İngiltere, Hollanda Hindistan’ında Hollanda, Çinhindi’nde Fransa idi. Filipinler’de bile Amerikan aleyhtarlığı güçlenmeye başlamıştı. Ancak bu ülkelerde milliyetçi hareket bazen güçlü bir yabancı azınlığı da hedef alabiliyordu. Bu yabancı topluluk örneğin Birmanya’da Hollanda Hindistan’ında ve Siyam’da Çinlilerdi. Kurulan ilk milliyetçi partilerde din çoğu zaman birleştirici rol oynadı. Önceleri oldukça ılımlı bir çizgiyi benimseyen bu milliyetçi akımlar, 1929-1930 ekonomik bunalımından sonra komünist partilerin etkisiyle giderek radikalleşti.[1]
 Uzakdoğu, birbirinden oldukça farklı iki bölgeden oluşur. Kuzeydoğu Asya (Çin,Kore,Japonya) ve Güneydoğu Asya (Birmanya, Tayland,Çinhindi,Malezya, Hollanda Doğu Hint Adaları, Filipinler). Kuzeydoğu Asya, Çin uygarlığının beşiğidir. Buradaki ülkeler(1895 ve 1910’da Japonya, 1930’larda Çin’e karşı bir yayılma politikası izlemeye başladı.) Hint ve Çin gibi çok çeşitli kültürlerle siyasi akımların etkisi altında kalan Güneydoğu Asya ise, tersine siyasi açıdan çok parçalanmış bir durumdaydı. 20. Yüzyılın ilk yarında Siyam (bugün Tayland) dışında tüm Güneydoğu Asya sömürgeleştirilmişti. Birmanya ve Malezya İngiltere’nin, Kamboçya, Laos ve Vietnam Fransa’nın Endonezya ve Doğu Hint Adaları Hollanda’nın,Filipinler de ABD’nin sömürgesiydi.[2]
 24 Temmuz’da Japonlar, Fransız Vichy Hükümeti’nin pek istekli olmayarak yaptığı bir anlaşma ile Fransız Hindiçini’ni aldılar. İkin gün sonra Amerika Birleşik Devletleri Cumhurbaşkanı Roosevelt, bütün Japon mallarını dondurdu. Bu yaptırım hemen sonra İngiliz ve Hollanda Hükümetlerince de uygulamaya kondu. Japonlarla ticaret, özellikle petrol alanında, tamamen durmuştu.
 Japonlar barış zamanındaki petrol tüketiminin %88’inin ithal ediyorlardı. Ambargonun konduğu dönemde, Japonların elinde barış zamanında üç yıl, savaş zamanında ise bir buçuk yıl kadar yetecek petrol stoku vardı. Bundan başka Japon Savaş Dairesi’nden yayınlanan bir rapora göre petrol stokunun, Çin ile savaşın bitirilmesinin öngörüldüğü üç yıldan evvel tükenebileceği bildiriliyordu. Petrol kuyularının mevcut kaldığı tek yer, Hollanda Doğu Hint Adaları’ydı. Hollandalıların her ne kadar burayı tahrip edecekleri kabul edilse bile, ellerindeki stoklar bitmeden tesisleri onarıp faal hale getirebileceklerini hesaplıyorlardı.
Malaya’nın da dahil olduğu bölgenin işgali dünyanın kauçuk üretiminin beşte dördünü ve kalay üretiminin de üçte ikisini, Japonlara kazandırıyordu. Bu Japonlar için sadece çok önemli bir kazanç olmuyor, aynı zamanda Batılı Müttefiklere, Japonlara petrolle vurduğu darbeden daha büyük bir darbe indiriyordu.
 Bunlar ticaret ambargosuyla karşılaşan Japon liderlerin dikkate almak zorunda kaldıkları gerçeklerdi. Amerika bu ambargoyu kaldırmadıkça, Japon liderler ya yayılma politikalarından vazgeçecekler ya da petrol yataklarını ele geçirmek için Batı’yla mücadele edeceklerdi. Epeyce güç bir seçimdi. Şayet, Japonlar Çin’deki muharebelerine devam eder, Hindiçini’nden çekilir ve güneye doğru olan ilerlemelerini durdururlarsa belki ambargonun hafifletilmesini sağlayabilirlerdi, ama bu kez daha zayıf duruma düşüp Amerika Birleşik Devletleri’nin bundan sonraki taleplerine aynı şiddetle direnemeyebilirlerdi.[3]
 Japonya’ya 6 ay yetebilecek kadar petrolü kalmıştı. Bu ekonomik yaptırımlar Japonya’yı savaşa itti. Doğal kaynaklardan yoksun ve aşırı nüfusa sahip adalardan oluşan Japonya giderek gelişiyordu. Hammaddeye ihtiyacı vardı ve buna sahip ülkeleri güç kullanarak fethetti. Japon Kraliyet Donanması dünyanın en kuvvetli ikinci donanması haline gelmişti. Uçak gemileri ve çok gelişmiş savaş uçakları vardı. Hız ve manevra kabiliyeti açısından müttefiklerin uçaklarından üstündüler. İmparator Hirohito’ya sadık milyonlarca askeri bulunmaktaydı. Bir dünya savaşı kaçınılmazdı.




[1]ThemaLarousse, Milliyet Yayınları,İstanbul, 1993-1994, s.240.
[2]ThemaLarousse, Milliyet Yayınları, İstanbul,1993-1994, s. 241.
[3]Hart, L.II. Dünya Savaşı Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998 s. 220,221.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder